21.3.16

Yalnız'ca

"Yalnızlık" dedi Mavi Kedi, "Yalnızlık kötü. Beni yalnız bırakmamalısın"
"Evet ama" diyerek tek kaşını kaldırdı Güvercin, "Yalnız olmayı seven sendin."
"Yalnız kalmamayı bana sen öğrettin" dedi Mavi Kedi."Ben artık evcilleştim."

11.3.16

11.03

11 Mart 1952 yılında doğdu Douglas Noel Adams. Henüz onu 49 yıllığına kiralamış olduğumuzu bilmiyorduk. Gerçi o yıllarda kimse Douglas'ı neden kiralamış olduğumuzu da bilmiyordu ama olsun, artık elimizdeydi ya. Önemli olan o. Adams ile ilk tanışmam 90'lı yılların başında, Murat Adanç sayesinde oldu. Hobbit'i de ondan öğrenmiştim. Ama peşinen söyleyeyim, Frank Herbert'i kendim keşfettim. Tıpkı Asimov gibi. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Kardeşim 50 kitaplık bir koli satın almıştı. İçinde neler olduğunu bilmiyorduk ama fiyatına bakılırsa oldukça ucuza 40 kilo kadar çöp satın almıştık. Yani o almıştı. Bense çöplükten sadece 2-3 kitap seçme hakkına sahiptim. Koliyi açıp içini keşfetmeye başladığımızda fark ettik ki, bizim çöp aslında son derece iyi hazırlanmış yerel bir hazineydi. Mesela Can Yücel'in çevirdiği Peanuts'lar vardı. Yeri geldi madem, merhaba Charlie Brown, Schulz'u en az senin kadar özlüyoruz. Klasikler vardı, hem yerli hem yabancı klasikler. Elbette arada dolgu malzemeleri de olmalıydı. Dolgunun içinde Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati gibi anlamsız bir ismi olan, kötü kağıda basılı, uyduruk kapak tasaarımlı bir şeydi. Kapağın neye benzediğini hatırlamıyorum, o derece uyduruktu. Gerçi hatırlama işlerinde pek güçlü değilim, uyduruk olan benim zihnim de olabilir. Her neyse, yığının içindeki en uyduruk görünüşlü kitaptı, demek ki en önce okunmalıydı. Bir kaç saat sonra yığının kalanına dair bütün ilgimi kaybetmiş, bambaşka bir evrenin kapılarının önünde durduğumu kavramaya başlamıştım. Ve o anda Adanç'ın çokça sözünü ettiği oyunu hatırladım. Sonrası, evrenin en biçimsiz yerlerine doğru yapılan otostoplar. Bugün Douglas Noel Adams'ın 64. doğum günü olacaktı fakat kira kontratının süresi 15 yıl önce doldu. Henüz yapacağı (en azından yapmayı isteyeceği. hepimiz onun iş yapmama konusundaki büyük becerisini takdir ediyoruz) onlarca iş varken Douglas gitti. 11 Mayıs 2001'de koca yüreği duruverdi. Bizlerse elimizde Otostopçu, Dirk Gently ve bir avuç radyo/TV teksti ile kalakaldık. Ha, bir de yarım kalmış Somon var. Pek fazla değil belki, yine de yeterince mükemmel. Teşekkürler, ve Hoşçakal Douglas, ve bütün o balıklar için teşekkürler. Arthur, çay demlendi. Gelirken Trillian'ı da çağırır mısın?

Belki

"Geri döndüm" dedi Mavi Kedi. "Ner'de kalmıştık?"
Gözünün ucuyla şöyle bir baktı Haşarı, güldü. "Gitmemiştin ki, hep buradaydın" dedi. "Unutma, sen benim düş gücümün ürünüsün"

Oradaydık, ve Şimdi Buradayız.

Oradaydık, ve Şimdi Buradayız diye yazmıştı Bilbo Baggins kitabının kapağına. neredeyse 10 yıldır oradaydık, geri döndük ve artık buradayız. Henüz blog kavramı kavramsal olarak icat edilmemişken AAA ve MDA kardeşlerle birlikte ters-kronolojik sıralanan mikro bir haber portalımız vardı. web yayıncılığını keşfediyorduk, sadece neler olacağını merak etmiştik. Hepsi o. Sonra JRoller geldi. Blogspot, Wordpress derken kişisel medyayı keşfettik. Büyücek bir komünite oluştu kendiliğinden. Birbirini görmemiş insanlar arkadaş oldular, birbirlerinde öteki yarılarını buldular. Eh, zaman zaman da güzel tepiştik. Onu da inkar etmeyelim. Sonra Ekşi girdi hayatımıza. Kutsal Bilgi Kaynağıydı Ekşi. Bilenler bir bakışta bildiler ki aslında Otostopçu'nun Galaksi Rehberiydi Ekşi, bildiğin rehberdi işte yahu. İnternetin gücünü erken görenleren biriydi Douglas Adams. Ömrünün son yıllarını internetten yayınlanan rehber için harcarken elbette son yıllarını tükettiğin bilmiyordu. Dahası, rehberin gerçekte neye benzediğini de bilmiyordu. O yalnızca rehbere dair öyküler yazabilen, gereksiz miktarda uzun boylu, neşeli ve belki de biraz kafası karışık bir İngiliz'di. Oysa rehber bizim elimizin altındaydı. Uzun yıllar boyunca Ford Prefect'cilik oynadık mutlu mesut. Lakin bizim oyunumuzdan para kazananlar vardı. Varsın da olsundu, zira rehberde yazıyorduk. Sanki her an Trillian bir köşeden görünüverecek gibiydi. Arthur'un çay soran sesini duymuş bile olabilirdik. Sonra, yavaş yavaş bir şeyler değişmeye başladı. Uçurulan yazarlar, sansürlenen girdiler derken bazı özellikler kayboldu mesela. Tasarım değişti. Numaralar kayboldu. İçerik berbatlaştı, yazarlar evrimleşip klavye trollerine dönüştü. Yönetim dürümcüye geçmişti. Artık sözlüğün ruhu ölmüş, yerini para kokulu dürümler almıştı. Nihayetinde 28 Şubat ayaklanması oldu. İyi de oldu netekim. Gün itibariyle girdilerimi silmeye başladım birer birer. Nasılsa okunması için yazmıyordum eskiden beri, kürkçü dükkanıma geri döndüm. Buraya kadar gelmeyi becerebilirsen ey yazar, bil ki sonu olmayan kumsalda Arthur ile çay içiyoruz. Gelirken yanında fincanını getirmeyi unutma.